İnsanların başına gelen en büyük musibet: “Efendimiz (sav)’in bu dünyadan ayrılışıdır” demişti hocam.
Öyle ya. Fahr-i Kainat Serveri (sav) fiziken artık yok aramızda. Onun merhameti, adaleti, iyimserliği, cömertliği, sevgisi yok ve onun gibisi de hiç gelmeyecek bir daha. Hatemül Enbiya idi çünkü. O gittiğinden beri mahzun, o gittiğinden beri garip dünya.
Ne zamanki O’nu andık ve yaşamımıza O’ndan parçalar değdirdik işte o zaman aydınlandı sema.
Yemek yerken, çarşıda dolaşırken, ibadet ederken, konuşurken hatta susarken bile O’na benzemeye çalışmak en güzel ahlak reçetesi olarak yazılmıştı bize. Ya reçeteye uyamadık ya da bir şeyleri eksik yaptık ki Yesrib gibi gelişini bekleyen bir şehir şimdi gönlümüz. Kalabalık ve heyecanlı. Karmakarışık duygularımızın arazisi Kasva’nı bekliyor binbir hasretle.
Ebu Eyyüb el-Ensari’yi kıskanıyor beytimiz. Sessiz bir bekleyiş var taş kesilmiş duvarlarımızda. Buyur edecek sermayemiz olmasa da elimizde, sana ilmek ilmek salavat örüyoruz lal olmuş dilimizle.
Tahtı ezelden kurulmuş benliğimize. Lakin bedenle ruhun ayrılık ateşi kavuruyor sadrımızı. Nur cemalini gözümüzün önüne getirmeye kalksak mahcubiyetten kararıyor dünyamız. Ancak bir cesaret geliyor ve inci dişlerini gösteren tebessümünü hayal ediyoruz. Başımızı okşayarak; “Ümmetim” diye bağrına bastığını düşündükçe heyecandan solup sararıyoruz.
Her dem bu haletle hasret tesbihine, vuslat taneleri diziyoruz bir bir.
Gelsen tüm nefeslerimizi infak etmeye hazırız huzurunda.
Ay doğdu üzerimize
Veda tepesinden
Şükür gerekti bizlere
Allah’a davetinden…
O (sav) geldi.
Dünyaya gelişlerini hatırlatıp daralan gönüllerimize esenlik üflemeye geldi.
Kasvetli dünyamızı ışıklandırmaya geldi.
Dahası Rabbimizin rahmetini üzerimize celp etmek için vesile olmaya geldi.
Haydi diller salâvata,
Haydi gönüller felaha…
“Kim bana bir defa salât getirirse, Allâh o kimseye on defâ salât eder, on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.”
Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed